Tak kulaklıkları.
Dışarı çık.
Montunu giyme.
Üşü.
… Yürü.
Daha çok üşü.
Daha çok yürü.
Üşüdükçe yürü.
Yürüdükçe, düşün.
Olmak istediğin kişiyi düşün.
Olduğun kişiyi düşün.
Sahip olduklarını düşün.
Senin olmayanları düşün.
Sevdiklerini, sevmediklerini düşün.
Kazandıklarını, kaybettiklerini düşün.
Söylediğin, söylenen yalanları düşün.
Seni terk edenleri, terk ettiklerini düşün.
Artık hayalini kurmadığın o hayatı düşün.
Ne kadar kolay vazgeçtiğini düşün.
Bir daha kimseyi sevemeyeceğini düşün.
Saatlerce düşün ama hiçbir şey düşünmediğini fark et.
Eve dön.
Aynaya bak.
Sol gözün kızarmış.
Demek ki ağlamak istemişsin farkında olmadan.
Ne zaman ağlamak istesen, sol gözün kızarır çünkü.
Aç sıcak suyu, gir altına.
Soğuktan donan vücudun sıcak suyun altında uyuşsun.
Kemiklerin sızlasın.
Acıya aldırma.
Düşün.
Yeniden düşün.
Ardından el salladığın otobüsleri düşün.
İnsanları düşün.
İhanetleri düşün.
Bir zamanlar hayallerin olduğunu düşün.
Bir zamanlar mutlu olduğunu düşün.
Mutluluğun nasıl bir his olduğunu unuttuğunu düşün.
O adamı düşün.
O adama asla sarılamayacağını düşün.
Şimdi çık sıcak suyun altından.
Çık ve yaşa.
Ve yaşadığın bu şeye ‘hayat’ de.
Hep aynı şarkı çalsın kulaklarında.
Hep aynı yerden yansın canın.
Ama sen yine de hep, ‘hayat’ de.
Çünkü hayat, güzel rüyalarından haricinde kalan acımtrak zaman dilimi.
Çünkü hayat, hayat işte.
Çünkü hayat, hep böyle….
-Bu seferki benim yazım değil,ama beni çok etkilediği için paylaşmak istedim :)
JIM CARREY ! Her yaptığı filmde gönüllere bir kez daha taht kuran,dünyanın -bana kalırsa- Charlie Chaplin'den sonra en yetenekli komedyeni.Ya da modern yüzyılın diyelim.(Belki arada bizim yaşımız tutmadığı için kaçırdığımız değerli komedyenler vardır da biz bihaberizdir.) Ve yine yapmış yapıcağını. Canım ya.Tam bir bebiş.
Ne kadar iç açıcı güzel bi manzara değil mi? Özellikle bu üç resmi koydum en başa çünkü benim için ''Noel'' (alm.:Weihnachten;ing.:Christmas) öncelikle evimizi süslediğimizde ortaya çıkan o sıcacık manzaralar,dışarda kar yağdığında camdan bakıp gördüğüm bembeyaz güzel sokağımız(tabii yaklaşık 4 senedir kar yüzü göremediğimiz için artık filmlerdeki 'bembeyaz güzel sokaklar'la özlemimizi gideriyoruz) ve şöyle büyük heybetli bir yılbaşı ağacı.İşte bu yüzden ilk benim hayal dünyamdan christmas tadı alın istedim. Ama şimdi siz soruyosundur 'kızım daha yılbaşına bir aydan fazla var ne bu acele ?' diye.Acelem yok aslında,sadece yılın -benim için- en güzel zamanını uzattıkça uzatmaya çalışmak adetlerimdendir.Önümüzdeki şu 3 ay benim için cennetten farksız.Aralıkta malum yeni yıl vs heyecanı,sonra Ocak'ta benim doğum günüm(o kutlama havasını her sene olabildiğince 30 güne yaymaya çalışıyorum ki bol bol hediye alıyım vs :D ) ve Şubat'ta da Sömestr tatili + Valentine's Day. Bazılarına bu tip 'abartılı' kutlamaların ve gereksiz 'Sevgililer günü,Anneler günü,Babalar günü,bilmemne günü ...' zamanlarının anlamsız geldiğini biliyorum,hatta benim çok yakın arkadaşlarımdan da var böyle diyenler:'çok abartıyosun kızım ya alt tarafı bi pasta kesicez hadi oldu bitti.' . Ama HAYIR ! :D Benim yaklaşık 3 senedir yaşam felsefem olarak gördüğüm ve çoğu insan tarafından da bilinip benimsenen bi söz var: ''Her gününü hiç ölmeyecekmiş gibi ve yarın ölecekmişsin gibi yaşa.'' Bu sözün orjinali ingilizce olduğu için çeviride garip bi anlamsal eksiklik var gibi geliyo biliyorum.Ama demek istediği şu : Yarın ölecek olsaydınız,son saatlerinizi her zaman yapmak istediklerinizi yaparak ve her dakikanın tadını çıkararak yaşardınız,ama bunu aslında nefes aldığınız her saniye yapmanız gerekiyo.Bi tane de yan anlam var;tamam hayatını dilediğin gibi yaşa,eğlen,coş.Ama yapmak zorunda olduklarını da atlama,örneğin sorumlulukların.Çünkü onlar sayesinde yere sağlam basabilecek ve geleceğini garanti altına alabileceksin. İşte böylee.. O yüzden ben her dakikamın tadını çıkarmaktayım :) Size de tavsiye ediyorum :)
Nerden indik bu kadar derinlere diye düşünürken,aklıma geldi. ''Weihnachtsbasar'' !!! Bu sene 49.su düzenlenmiş olan geleneksel Noel kermesimiz/pazarımız dün Alman Lisesi'nde yine gelenleri keyifle karşıladı ve eğlendirdi. İlk olarak etkinliği biraz açiyim henüz duymamış olanlar için. Malum şimdi yabancı bir okula gidince,bizim milletimizin gelenek ve kültürünün yanı sıra , yabancılarınkini de öğreniyoruz.Alman Lisesi,Üsküdar Amerikan,Robert Kolej,Avusturya Lisesi,ve st.Benoit gibi Fransız Liselerinde ve İtalyan Liselerinde durum böyle.Robert,Avusturya ve kendi okulum olan Alman Lisesi dışında gerçekleşen etkinliklerden pek haberdar değilim.Sanırım bizimkiler kadar geniş çapta kutlanmıyor.Şöyle ki,Kasım ayının 25-26sında her sene 'Weihnachten' adı altında birçok kutlama-etkinlik vs düzenlenir. Almanlar arasında bu şekilde isimlendirilen bu dönem,Amerika'da veya İngilter'de christmas olarak karşılık bulur.İsimler farklı olsa da yapılanlar hep aynıdır.Bi kere ille bir Noel Kermesi düzenlenir,burada okul aile birliğine üye olanlar -çoğunlukla yabancı öğrencilerin velileri ve hatta doğrudan anneleri- kendi yaptıkları yemekleri,elişlerini,resimleri,sanatsal birtakım çalışmaları vs. burada sergileyip satışa sunarlar.Bunun dışında Almanya denilince akla gelen spesifik yemekler,tatlılar,biralar,sıcak şaraplar özel olarak oradan getirtilir ve okulun bir binası tamamen 'tıkınma alanı'na döner bu bir gün boyunca. Spesifik yemekler falan derken neyi mi kast ediyorum? İşte klasik Wurst,Sauerkraut,Gulasch,Marzipanstolle,Waffle ve Moncheri çikolatalar.Bunların yanında Glühwein ve bira da oldu mu , gelenler ne kadar tok olurlarsa olsunlar midelerinin derdine düşüp yemeye yumulur.Ama haklılar tabi,ortam o kadar güzel ve her şey o kadar lezzetli oluyor ki kapılmamak elde değil.Evet,dün de yine böyle bir atmosfer vardı.Okulumuza ait 3 bina tamamen bu pazar tarafından işgal edilmişti.Sınıfların olduğu ana binamız iki bölüme ayrılmıştı. 'Weihnachtsgeschenke'' ve ''Gutes aus Deutschland'' diye.Birincisinde velilerin kendi yaptıkları kurabiyeler vs,ikinci el olarak satılan eski alman plakları,kitap ve dergileri,biblolar,yılbaşı şapkaları,Noel babalar.. İkinci kısımda ise daha demin saymış olduğum Almanya diyince akla gelen bazı belirli tıkınmaca öğeleri. Pazarın bir diğer bölümü de , okulun 'anaokulu' olarak kullanılan ve 7 yaşına gelmemiş olan minik bebişlerin eğitim gördüğü bina.Orası da 'Kinderprogramm'a dahil oldu.Yani gönüllü öğrencilerin 2-3 saatliğine çocuklara göz kulak olduğu ve onlarla oyunlar oynadıkları bir kısım.Son olarak ziyaretçilerin %99unun tüm standları dolaştıktan sonra doğrudan yöneldiği ve bütün günü orada geçirdikleri -benim deyimimle- 'tıkınma'' bölümü.Yani Teutonia. Teutonia,normalde okulumuzun ne idüğü belirsiz,kesin bir işlevi olmayan ama bu tip özel organizasyonlarda hayat kurtaran ,fakat sanırım mezun olana kadar içbirimizin gizemini çözemeyeceği meçhul bir yapı olarak adlandırılan o ''şey'' . Yani hocaların aklına eser 2 ay sınıfımız oraya taşınır ve orda ders işlenir,sonra orası tekrar boşaltılır ve yalnızca dans ve tiyatro provalarının gerçekleştiği yer olarak kullanılır,yılbaşı geldiğinde konserlerin bir kısmının yapıldığı ve benim görüşüme göre konser/gösteri vs için oldukça yetersiz ve kasvetli olan bir sahne gösteri salonu barındırır.Öyle yani garip.En komiği de orda yılın 6 ayı hiç öğrenci olmamasına rağmen devamlı olarak orda duran minicik ufacık tefecik bir kantincik vardır. (almanların deyimiyle kantinchen) yok bu daha çok benim deyimim oldu.Neyse kafanızda az çok bi resim oluşturabilmişimdir heralde. İşteee meşhur Weihnachtsbasar'ımız her sene bu veya buna benzer şekillerde okulumuzda gerçekleşir.Ve şakaya vurup dalga geçtiğim biçok disorganize yanlarının yanı sıra,er seferin çok büyük keyif alırım ve mezun olduktan sonra da (zaten Alman Liseli 50-60 yaşındaki teyzeler/amcalar da hale geliyor.Görüp çok özeniyorum :)) hiç atlamadan gelmeyi planlıyorum . Her ne kadar Alman Lisesi'nin ve orada okuyanların bir klasiği gibi görünse de , başka okullarda okuyan yaşıtlarımız yetkili öğretmenlerle bizim aracılığımızla görüşüp gönüllü olarak bu etkinlikte görev alabilirler.Zaten bence asıl amaç da bu;herkesin birbiriyle kaynaşıp bu coşkuyu paylaşması !
O yüzden bu yazıyı okuyorsanız size tavsiyem: Kaç yaşında olursanız olun,hangi okulda okursanız okuyun,Kasım ayının 26. gününü bize ayırın :) Benden söylemesi ...
Bu bol 'noelli' haftasonun ardından biz de eve gelir gelmez yılbaşı ağacımızı kurduk ve ben şahsen çoktan bu havaya girdim.Fizy.com'dan üstüste christmas playlist açıp dinliyorum , bi yandan da youtube'da 'jingle bells,santa,christmas' diye yazılı gördüğüm her videoyu izliyorum.Oyalanırken gözüme birkaç video çarptı ve bu yazıyı yayınladıktan sonra onları sizlerle paylaşıcam , bakalım beğenicek misiniz?
O zaman şimdiden : Mutlu Noeller !!
ah ah ah ! [ Mutlu Noeller diyince aklıma geldi hemen,size önermem gereken bitakım kitap ve filmler var konuyla ilgili :) ]
Here you are:
-Love Actually (noel zamanı kendilerini ilişki denklemlerinde bulan bi grup insanın hikayesi.Aşk,komedi,dram aranan her şey var.Oyuncu kadrosu da bi daha karşılaşılınacak cinsten değil.) -Bridget Jones' Diary ( kızlara hitap ediyo gibi görünüyo,ama yok. ERKEKLER! ilişkiler hakkında mizai bi dille çok güzel dokundurmalar var,daha sonra filmin 2.si de çıktı ama ben her zaman ilk filmlerin en etkileyici ve en güzel olduğunu savunanlardanım o yüzden 2.si için kasmayın derim) -Noel Ekspresi ( yani şimdi bunu bilenler belki benle dalga geçiyodur ama inanın bana bi animasyon filmi olup beni bu kadar etkileyebilen nadir filmlerden.Christmas Eve'de noel babanın ve noelin varlığına inanmayan bir çocuğun sihirli bir trenle çıktığı yolculuğu anlatıyo.Tabi filmin sonunda klasik ''aa bak simdi her şey rüyaymış yiia'' uzantısı var,ama çok şeker,sıcacık bi film.) -Everybody's Fine(Ağla ağla ağla gözyaşı damarlarımı kurutan bi film. Aile bağlarının önemini vurguluyo ama hani böyle 'ibret' dedirticek cinsten.Çok başarılı . Ki zaten Drew Barrymore gibi çok ünlü isimler var ) -Grinch(Yapıldığı sene 'en iyi makyaj' , 'en iyi kostüm' vs dallarında 37439439 ödülü toplayan dünya harikası bir yılbaşı filmi.Sadece çocukların değil yetişkinlerin de büyük bir konsantrasyonla izlediği bir yapım (annem,babam ve teyzemde test ettim,doğrulandı :)) . İzlemeyen herkesin DVD koleksiyonunda hemen yerini almalı.) Bu arada o yeşil yaratığı Jim Carrey canlandırıyor.En iyi makyaj ve kostüm Oscar'ını almış olmasına şaşmamalı,tanınacak gibi değil Jim Carrey burada..
-Charles Dickens'ın 'Christmas Carol'u ! OKUYUN OKUYUN OKUYUN. (Hatta yazıyı okumaya başladığından beri benim bu noel olayını fazla abarttığımı düşünen tüm kardişler okusun ! Bak diyorum hayatınız değişicek canlarım :D ) Yani bu kitabı fazla övemicem çünkü zaten kitabın kendisi direkt çarpıyo okunduğu zaman.Cidden çok değerli ve çok yetenekli bir İngiliz yazar olan Charles amcacığım, çocukluğunda çok fakir ve sefil bir hayat yaşamak zorunda kaldığı için öyküleri ve romanları çoğunlukla dramatik/trajiktir ve baş kahramanlar da /oliver twist gibi/ genelde çocuktur.Ve çocuk olmaları zaten kitabın büyüsü altında kalan her okuyucusunu daha da etkiler,hüzünlendirir.Christmas Carol'da çoğu öyküsünün aksine baş kahraman bir yetişkindir ama en az diğer öyküleri kadar etkileyici ve hüzünlüdür.Mesajıysa... Neyse onu da siz bulun :)
Bu arada 9aralıktan itibaren ayın sonuna kadar Kenter Tiyatrosu'nda Christmas Carol İngilizce olarak sahnelenecek.Ben biletix'e girdim, reklamı görür görmez hemen bir clickle biletimi ayırttım.Bence siz de çok geç kalmadan girin ve click !
Yasal Uyarı: Bu sitede yayınlanan yazıların tüm hakları Ceyda Meriç'e aittir. Kaynak gösterilerek dahi bir yazının tamamı yazılı izin alınmaksızın kullanılamaz. Sadece alıntı yapılan yazının bir bölümü, alıntı yapılan habere/yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.
Utopia aile hayatında,ekonomik ve sosyal hayatta,sanatta,bilim ve gelişmede,din ve inançlarda kısacası hayatın her köşesinde sevgi ve çalışmanın yarattığı mucizelere inanan ve sorumluluklarından/ilkelerinden asla taviz vermeyen bir toplumu içinde barındırıyor.Böyle bir insan topluluğunun yalnızca varlığı bile yönetimi etkilemeye yeterli.Bu sayede de, devlet 'sanat + bilim ' çevresinde dönen bu hayat tarzını destekliyor.Zaten Ütopları zengin yapan da bu.. Yani kurallara bağlı kalıp,onları varoluşlarının temel ilkesi haline getirmek.UTOPIA, böyle bir sistem ve böyle bir toplum dayanışmasıyla her geçen gün ilerlemeye ve gün geçtikçe güçlenerek ayakta kalmaya devam edecektir.İlerlemelerini engelleyecek yalnızca tek bir neden olabilir.O da : 'dış baskı' . Nasıl bir dış baskı peki? Şöyle ki,Utopia yabancı ülkelerin gözünde her zaman için bir imparatorluk kadar güçlü,ancak imparatorlukların yoksun olduğu demokrasi hazinesine de sahip bir ülkedir.İşte bu yüzden bahsettiğim bu yabancı ülkeler , her an bir 'rakip' e dönüşebilme riskini barındırıyor.Tabi Ütoplar bu riskle kendileri başa çıkabilir.Ancak bu bilinçten yoksun olanlar için tek çözüm yolu savaş olacaktır,çünkü kendilerini ancak bu mutlu ve tatmin edecektir.Eğer böyle bir 'savaş' olasılığı düşünülmek zorunda kalınırsa,Utopia halkı sığınağını (çocukların adası) her zaman için saklı tutmaya çalışacak ve kalplerine zarar gelmemesi için canlarını vermeye hazır olacaklardır.
''UTOPIA, TÜM BU İLKELER ÜZERİNE KURULU KALDIKÇA VE KALBİNİ FIRLATIP ATMADIKÇA AYAKTA KALMAYA DEVAM EDECEKTİR..SONSUZA DEK ...''
-Şöyle bir düşünüyorum da,acaba böyle bir ülke , böyle bir sistem gerçek olur mu bir gün? Yoksa yine hayal mi kuruyorum? Galiba öyle.Çünkü Utopia gibi bir ülkenin doğması için öncelikle Ütop halkı gibi bir toplum oluşmalıdır.Sanıyorum ki bunun gerçekleşmesi şu an için imkansız denecek kadar zor.Ben yine de ümidimi kesmiym. Yoksa rüyamdan,kurduğum bu büyülü hayalden hiçbir ders almamış biri olarak 'sürü'de yürütülmeye -ve çoğu zaman koşturulmaya- mahkum edilmiş koyunlardan ne farkım kalır ki ?
Yasal Uyarı: Bu sitede yayınlanan yazıların tüm hakları Ceyda Meriç'e aittir. Kaynak gösterilerek dahi bir yazının tamamı yazılı izin alınmaksızın kullanılamaz. Sadece alıntı yapılan yazının bir bölümü, alıntı yapılan habere/yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.
Sizlere bahsettiğim çocukların yaşadığı bu adada onları hayata hazırlayan her şey bulunuyor: sadelik,eşitlik,adalet,mutluluk,sevgi,hoşgörü,paylaşma güdüsü,aşk,ümit,merak,kıskançlık,rekabet,doğa,huzur,gerektiğinde acı,gerektiğindeyse nefret.Kısacası hayatın ta kendisi.Asıl demek istediğimse,bu çocuklar Utopia'ya geçmeye hazır olanda dek tek başlarına,kendi ayakları üstünde durmayı bilerek,ailelerinin onlardan hiçbir zaman eksik etmeyeceği sevgiyle yaşayacaklar,hazırlanacaklar.Bu adada hırsızlık yok.Felaketler yok.Terör yok.Biliyorum , onlar da hayatın bir parçası. Ama yok,çünkü bu çocuklar zaten tek başlarınalar ve her ne kadar bu felaketler adalarına uğramayacak olsa da, onlar bunların her birinin farkında.Kısaca ailelerin içleri rahat,ancak çocuklar bu kavramların anlamlarını ve sonuçlarında olanları çok iyi biliyor ve her gün onlara izletilen 'dünyadan kareler' (bir nevi belgesel,bizlerden naklen yayın !!! ) isimli belgeselleri izleyerek adeta tecrübe sahibi oluyorlar.Yani hem dünyaya/bizim dünyamıza,hem adadaki hayatlarına , hem de Utopia'ya en uygun şekilde hazırlanıyorlar.Her zamansa birlikteler,istisnasız.(Yeri gelmişken ada kuralları hakkında belirtilmesi gereken temel bir maddeyse şöyle: Bu çocukların ailelerine UTOP yönetimi bir zorunluluk vermiş,çocuğun ne zaman ihtiyacı olursa ailesi kalkıp adaya gelmek zorundaymış.Aksi takdirde aile Utopia'dan sınır dışı edilir,çocuksa adadaki eğitimine ve yaşam tarzına hiç bir şeyi eksik edilmeden devam edermiş.Ailenin tüm serveti ve malı mülküyse ellerinden alınırmış.Yani neymiiiiş? Çocuk sahibi olduktan sonra onu bir adaya atıp , tüm sorumluluklarından vazgeçmek yokmuşşşşş. Yani neymiiiiş? Bebeğini doğurduktan sonra onu caminin merdiven boşluğuna bırakıp , ' Sana emanet ettim yarabbim '' diyip , kaçıp gitmek yokmuuuuuuuşşşşş; anlayana.)
Evet,çocuklar hakkında söylenebilecekler şu an için bu kadar.Biraz da ailelerine değinelim.Bu insanlar ne yapar,neyle yaşar,neyle uğraşır? Utopia halkı sanayiden çok tarım ve zanaatle uğraşıyor.Ülkenin dört bir yanında hepsinin birbirine olan uzaklığı eşit olarak dağıtılmış müze ve atölyeler bulunuyor.Müzelerde her ailenin kendi yaşam tarzını,alışkanlıklarını,uğraşılarını,hobilerini gösteren tablo,heykel,çini,seramik,rölyef ve biblolar bulunuyor.Hatta kimi müziksever aileler kendileri için ayrılan alana yalnızca bir gramofon koymakla yetinebiliyor .Ve tabii kendilerine ait plak , hatta bazen 'kendi' plaklarını da yanına yerleştirerek...(Bu arada yine altı çizilmesi gereken bir husus: Herhangi bir soyadı altında bulunan her aile kendi yaşam tarzını,uğraşılarını vs anlatan/temsil eden/gösteren en azından bir eser sunmak zorunda: eğer o aileden herhangi bir eser alınmamışsa,aileden bir birey , sanata karşı ilgisiz kalmak sebebine dayalı olarak,belirli bir süreliğine zanaat kursuna gidiyor.Bu da ülkenin sanata olan düşkünlüğünü ve önceliklerini sanat ve bilime olarak belirlediğini gösteren bir kanıt.) Bu zorunluluğu atlarsak,yüzdelerle ülkenin dallara dağılımı şöyle: Bilim ve sanata yönelen kesim ülkenin %49 unu ,tarımla uğraşanlar %37sini oluştururken , kalan %20lik kesim ticarete yönelmiş.Sanat ve bilim konusunda katı kurallara sahip olan ve oldukça tutucu gözüken Ütop halkı,tarımda da bir o kadar disiplinli çalışıyor.Her mevsim bol yağış olan bu coğrafya , toprağının verimliliği ve konumu gereği tarıma oldukça elverişli.Nüfusun yarısından fazlasının temel gelir kaynağı olmasına şaşmamalı.Ancak toprak işlemek ve bitki yetiştirmekle yetinmek istemeyen,kendi ürettiği ürünlerle,kendi ticaret yollarından ticaret yapmayı seçen kesim de azımsanacak nicelikte değil.Utop ticaret yolu sadece Utopların kullandığı ve ülke içinde farklı kasabalara yerli malı götürmeye yarıyor.Utop tüccarlar,genellikle ihtiyaç ve istek üzerine kendi kasabalarına özgü ürünleri,sınırdaki küçük köy/yapılanmalara kadar bizzat kendileri götürmeyi seçiyor.Kısaca , bu ülkede herkes her işini tam zamanında ve yalnızca kendi emeğiyle yapıyor.Bu da ülkenin yabancı desteğine muhtaç olmamasını ve halkın kendi kendine yetebilmesini sağlıyor.Kısaca burada işler tıkırında yürüyor :)
Çocuklara duyulan sevgi,onların yetiştirilmesine gösterilen büyük özen,insanların iş başındaki disiplini,ekonomide yerli malına düşkünlük,sorunsuz iklim ve büyüleyici doğa ve değindiğim diğer tüm özellikler , bir şekilde sizleri etkilemiştir sanıyorum.Yeterince etkilenmediniz mi? Peki,bekleyin.
Gelelim Utopia'nın sosyal yaşamına.Örneğin giyim. Utop halkının -sizin de tahmin edebileceğiniz üzere- 'modern toplum yapısı'nın barındırdığı marka,fiyat,pahalılık,kalite takıntısı yok.İpekmiş,satenmiş,kuş tüyüymüş,yılan derisiymiş..Bu tür canice yatırımlarda + gösteriş meraklarında hiç mi hiç gözleri yok.Tüm bunların yerine,önceden bahsettiğim 'utıo' bitkisinin üretildiği ağaçlardan bir kısmını bazı deneyler için ( bitkinin,ham maddenin sosyal yaşama katılması : giyim ürünü vb. olarak) ayırıyorlar.Yüzyıllar öncesinden başladıkları bu ayırma-işleme deneylerinin temel yasası : bizlerin sci-fi(bilimkurgu) filmlerinde karşılaştığımız 'klonlama'ya dayalı.Bu uygulamaların sonucunda,kullanılacak olan bu ağaçların sayısı hem artmış oluyor hem de bu ortaya çıkan yeni ağaçlar sayesinde , asılları canlılıklarından ve doğal ortamlarından hiçbir şey yitirmemiş oluyor.Zaten onların asıl amacı da bu.Bu ağaçlardan bir kısmının fiziksel bakımdan aynısını ortaya çıkarıp,canlı ve verimi yüksek olanlara hiçbir zarar vermeden kendi ihtiyaçlarını karşılamak. Peki bu mükemmel insanlar hiç hasta olmuyor mu ? Elbette ki.En az bizimkiler kadar tehlikeli hastalıklara yakalanma riskleri var.Mikrop her yerde mikrop anlayacağınız.Ancak bizim Ütoplar,her alanda oldukları gibi sağlık alanında da soğukkanlılıklarıyla boy gösteriyor.Fakat soğukkanlılıkları onları bir yere kadar götürebiliyor . O yerden sonra ise devreye bilim adamları giriyor.Yaptıkları karışımlarla hastalıklarına çare bulamadıkları hastaları, 'şifalı ada' anlamına gelen bil-is-i-uto adasına yolluyorlar.Bu adada şifalı bitkilerden oluşan öğünler,adanın tropikal mevsimiyle bütünleşmiş enfes doğal ortamındaki yürüyüşler ve şırıl şırıl akan (bizim kaplıcalar misali) şelalelerde banyolar ve masajlar öneriliyor.Bunların hepsi bir araya gelince de iyileşmemek olanaksız oluyor tabii. Nüfus yoğunluğunun fazlasıyla düşük,eğitim seviyesinin ve kalitesininse yüksek,halkın bilinçli ve doğanın her mucizesinin içinde olan rüyalar ülkesi Utopia,sizlerle paylaştığım gibi bu avantajlarını oldukça verimli kullanan bir kültür. İnanç ve din meselesine gelince...Bu ülkede farklı dinler ve bu dinlerle beraber gelen farklı mezhepler var.Herkesin inancı farklı yönde.Ancak bu inançların birbirleriyle kenetlendikleri nokta aynı : Utimiu . Bu , halkın her pazartesi günü işlerine/okullarına gitmeden önce uğradıkları vazgeçilmez durağın adı.İnançları her ne kadar farklı yönde olsa da,hepsinin ibadet etmek için buluştukları nokta aynı.Çünkü aslında farklı olan dinler değil,farklı olan düşünce ve inanç yönü.Oysa dinleri tek.Tanrıları tek.Hepsi birbiriyle ilintili ve birbirine bağlı.İşte bu yüzden herkes birbirinin düşüncesine saygı gösteriyor,aynı mekanda yapılan bu 'ibadet'leri , duaları hoş görüyor. İbadet dediğim şey ise , ailelerin çocuklarının geleceği için ve o haftanın her bakımdan güzel ve verimli geçmesi için her hafta başı pazartesi günleri ettikleri duadan ve şükrandan ibaret.İşte bu kadar basit.Birkaç dakika değer bilmek.Ne uğrunda bir savaş gerektiriyor,ne küçümsemelere/hayattan izole olmaya ihtiyaç duyuyor.İhtiyaç duyduğu tek şey şükran ve paylaşımcılık.Bu paylaşımcılık piramidinin en üstteki elementi ise 'mutluluk' . Kısaca onlar,mutluluğu paylaşıyorlar.
Yasal Uyarı: Bu sitede yayınlanan yazıların tüm hakları Ceyda Meriç'e aittir. Kaynak gösterilerek dahi bir yazının tamamı yazılı izin alınmaksızın kullanılamaz. Sadece alıntı yapılan yazının bir bölümü, alıntı yapılan habere/yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.
Ben seyahatten döndüm , bavulumu boşalttım,aradan 4 hafta geçti ve benim Utopia'm hala 2.sayfasında bi parçası eksik duruyo.Kıyamadım , hazır bugün bütün gün evdeyken dosyamdan çıkardım hikayeyi yine ve çoktan yayınlamış olmam gereken diğer 4 bölümü yazmaya koyuldum. Evet,bugün bu hikaye sonlanıcak , bakalım beğenicek misiniz :)
''The Secret Garden'' isimli , bir zamanlar her hafta izlediğim dünya şirini filmden bir sahne.Utopia'yla nedense bir şekilde bağlantısı olduğunu düşünüyorum , çünkü izlerken hep böyle hayal alemine dalar,film bitene kadar da çıkamazdım..
.....Evet,yol arkadaşınıza da veda ettikten sonra başlarsınız ortamın atmosferinin sizi sürüklediği hayal alemine doğru yol almaya..Bir adım daha yaklaştığınızı hissettiğiniz o an , huzur dolar içiniz.Tepedeki sonsuz mavi gökle.Güle oynaya devam edersiniz ilerlemeye.Açıkhavanın içinde şen şakrak dolanıp dururken,birden karşınıza upuzun , eski bir tünel çıkar.Eski olduğunu kırık kaya parçalarından ve içinde kalmış,soluk 'utok' bitkisinin kalıntılarından anlayabilirsiniz.(İçinde yaşam ve canlılık belirtileri olan herhangi bir yerde bu bitkinin yaşayamaması mümkün değil çünkü.)Rüya gibi geçen bir yolculuğun ardından böyle somurtkan bir tünelle karşılaşmayı beklemediğinizin farkındayım ama yerinizde olsam ümidimi hemen kesmezdim , ne de olsa bir adım ötenizde sizi nelerin beklediğini bilmiyoruz ..Sizce minik,uçuşan,uçtukça kanatlarından parıltılar kopup havaya karışan sihirli periler mi? Büyülü devasa şatolar mı? Yoksa atlı askerler mi? Hayır,bunların hiçbiri değil.Sizi çok şaşırtacak ama bırakın böyle fantastik şeyleri , modern yaşamımızda gördüğümüz şeyler bile değil. Tanışmak üzere olduklarınız,bizim zamanımızın biraz gerisinde olan,modernlik ve medeniyetten uzak kalmış,ilkel ve basit bir yaşam ve onu sürdürmekte olanlar..Onlar kim mi? Kasabada yaşayan 'soylu' çiftçiler,tarlalarından 'utok' bitkisi toplayan 'leydi'ler,oldukça varlıklı olduğu halde tüm hayatını 'utio' meyveciğini büyütmeye adayan bilim insanları ve daha niceleri...Peki tüm bu insanlar bu kadar varlıklı ve soyluyken,neden tarlalarda zaman öldürüp,basit bir bitki için saçlarını süpürge ediyorlar? Ben bu insanlarla bizzat tanıştığımda,sizin şimdi olduğunuzdan çok daha şaşkındım ve neler olduğunu algılayamamıştım.Ama sonra tüm parçalar birleşti.Tüm bu bahsettiğim insanlar , bizim etrafımıza bakıp da 'vay be ! hayata bak ! ' diye imrendiğimiz hayatları yaşayan tüm o insanlardan çok daha zengin ve varlıklılar.Ancak Utopia'da zenginlik,altınızdaki spor arabalar veya kolunuzda 2000euro luk saatle değerlendirilmiyor.Burdaki insanların yatırım yaptıkları tek bir şey var.Daha doğrusu tek bir yer.Utopia'ya deniz yoluyla yarım saat bir saatte varılan bir adaya.Onu bu kadar özel kılansa,bu adada Utopia'nın 'minik kalpleri'nin yaşaması.Çocuklardan behsettiğimi anladınız sanıyorum.Bu adada,çocuklar için her tür imkan ve faaliyet mevcut.Ancak adanın bu olanaklarından her istediklerinde kolay kolay faydalanamıyorlar.Ailelerinin onlar için yaptırdıkları oyun alanları,lunaparklar,spor kortları,restoranlar,küçük tepecikler,doğal ortam..Bunların hepsini hak etmeleri gerekiyor.Yani işler bizim dünyamızdaki gibi yürümüyor bu adada.Herkes eşit ve 'çocuk' olsalar bile , bir şeyler için mücadele etmeleri,mücadele etmeyi öğrenmeleri gerekiyor.. Gelin ülkemizde herhangi bir orta halli veya durumu iyi kabul edilebilecek aileye soralım : ''Aa! Onlar daha çocuk ayol, ne mücadelesi! '' cevabını almadığımız bir tek aile çıkar mı bundan bile emin değilim..
Utopia bölüm 3-son.
Yasal Uyarı: Bu sitede yayınlanan yazıların tüm hakları Ceyda Meriç'e aittir. Kaynak gösterilerek dahi bir yazının tamamı yazılı izin alınmaksızın kullanılamaz. Sadece alıntı yapılan yazının bir bölümü, alıntı yapılan habere/yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.
İngiliz bir ressamın Darwin'in henüz Beagle'ın izinden gitmeye karar vermeden Cambridge'de biyoloji tezlerini yazdığı yıllarda,şehri ve şehir merkezini resmettiği haliyle: Eski toprak Cambridge - ve belirtmek isterim ki şimdiki hali de aynen böyle,tertemiz ve sade ,kendini korumayı bilmiş ; daha doğrusu İngilizler değerli üniversite şehirlerini korumayı bilmişler,tebrik etmek lazım...-
Cambridge'in ismini aldığı CAMB köprüsü-şahsen ben daha gizemli ve yaratıcı bi hikaye beklerdim , azıcık hayal kırıklığına uğramadım değil..koskoca cambridge minicik köprüden mi çıkmış yani,neyse :) -
Fitzwilliam Museum-the biggest and the most beautiful museum in Cambridge
Stratford Mainstreet,Türkiye'de herhangibir avm 'ye girdiğinizde karşınıza çıkabilecek her marka,mağaza,cafe,restoranı görmek mümkün.Starbucks'ından tutun Fred Perry'sine kadar.Güya medeniyetten ırak küçük kasaba , keşke bizim medeniyetten uzak köylerimiz de böyle 'ilkel' olsa.. !
Warwick Castle-Merlin,Harry Potter - bir yerden hatırladınız mı? :) -
St. Mary's Chapel,sanıyorum ki Amerika'nın Empire States'i,Paris'in Eiffel Tower'ı yerine geçiyor bu kilise Cambridge'de.Ne bakımdan mı? Şehrin en yüksek ve uzun yapısı desem? :)
İşte bunlar da Büyük St. Mary hakkında bilmemiz geekenler...
Bu saatin bir milyon pound ettiğini bilmek acı verici.Yaz okulunda 'tur rehberi' sıfatıyla bize etrafta üç beş tur attıran son derece kültürlü genç elemanlara saatin hikayesini ve üzerinde duran korkutucu kara böceğin ne amaçla orada durduğunu sorduğumuzda aldığımız cevap şöyleydi: ''Guys,don't ask me those kind of questions,I'm not really intrested.I mean,what's the point,right? '' (TRC:çocuklar,bana böyle sorular sormayın/sormayı kesin,pek ilgili olduğum söylenemez,yani sonuçta ne anlamı var ki?) İçimden orda onun yüzüne bir şaplak atıp ''Right canım Right ama biz de buraya o kadar para ödüyoruz aptal bi sineğin çömeldiği saat parçasını 'sadece izlemeye' gelmedik dimi ?
İngiltere'de,daha doğrusu Cambridge'de en tutulan outdoor sport 'punting'. Punting,Venedik'te karşımıza çıkan gondollardan veya İstanbul Boğazı'nda zaman zaman gördüğümüz saltanat kayıklarından pek de farklı değil.Sadece onlardan biraz daha büyük ve sağlam , çünkü yolcu alma kapasitesi fazla-fazla olmak zorunda,Cambridge'de güneşin açtığının görüldüğü o nadir günlerde zavallıların heyecanla yaptığı tek aktivite punting,e nehir de çok uzun ve geniş olmadığından , işin ticaret kısmıyla ilgilenen amcalar kayıkları sağlam ve fazla insan alacak kapasitede yapmış.Evet bu punting dediğim şey ; insanların -genelde kız kesmeye gelen 'dünya tatlısı' delikanlıların ve çocuk kesmeye gelen 'dünya çirkini' genç kızların uğrak noktası haline gelmiş :) Tabi bizim gibi yaz okuluna gelen her şeye para vermeye hazır ve nazır olan turistlerin ve öğrenci gruplarının da gözdesi . Bir tur yaklaşık 45 dakika sürüyor.Toplamda 9-14 kişi arasında yolcu taşıyan kayıklarla,Cambridge'in kıyısına serpiştirilmiş olan tüm kolejleri ( Trinity College,King's College,Queen's College,St.John's College,Claire College etc) görme fırsatınız oluyor.Bir yandan resimdeki gibi mükemmel manzaralara şahitlik ederken,bir yandan da okulların çok uzun yıllar öncesine dayanan hikayelerini dinliyorsunuz.Kim mi anlatıyor? Tabiki punter lar..Punter diyip geçmeyelim,malum hepsi 20 yaşlarında ve hergün 150-250 kilo ağırlık taşıyan kayıkları dengelemekten 'ciddi anlamda' kas yapmış -bunu nereden anladığımızı hemen özet geçiyim: tüm Punter'lar t-shirtlerini çıkarıyor.Ve sıcak bastığı için olduğunu hiç sanmıyorum çünkü hepimizin bildiği gibi İngiltere öyle pek de 'sıcak ve basık' bir ülke değil.Kısaca fizik şov yapıyorlar :) Ama Allah için,ilgi görüyor ..Neyse :) - Gelelim anlattıkları hikayelere , bana en ilginç geleni hemen sizinle paylaşayım: Newton'un yer çekimi kuvvetini keşfetmesine ön ayak olan kırmızı elmanın düştüğü büyük ağacın, bize gezdirilen kıyıdaki kolejlerden biri olan Trinity College'in arka bahçesinde halen durmakta olduğu söyleniyor.Kesinlikle doğru mu bilemiyorum ama yalan olduğunu ortaya çıkaracak herhangi bir ipucu da yok gibi..Bunun dışında Stephan Hawking,Darwin gibi birçok önemli bilim insanının okudukları kampüsleri gördük ve onların hayatlarından konuştuk.Yani 'punting' hem kültürel bakımından zenginleşmenizi hem de gözlerinizin bayram etmesini sağlayan,kısaca bir taşla iki kuş vurduğunuz bir MUST-DO aktivite :) 10 üzerinden 63920127638939832.
Bu devasa bina da bizim Newnham College'deki kızlar yurdumuz,buradan öyle çok bir masum duruyor ama siz öyle göründüğüne bakmayın,her gece bana ne korku dolu anlar yaşattı.Bu arada binanın en sağının en üst katında penceresi açık olan beyaz camlı oda benim işte.Neden bu kadar korktuğumu anlatabiliyo muyum?Şimdi bi de orayı gece olmuşken ,ışıksız bahçede her şey kapkarayken düşünün.Hadi bi düşünün.
CAM[B]RIDGE...
Çok şükür bir seyahati daha geride bıraktıkkk :) Ama ne seyahat ! İlk defa 'tamamen yalnız' çıktığım bir yolculuk olması mı,İngiltere olması mı,üniversite şehri olması mı,Cambridge 'in 'ıslak' havası mı,insanı mı,çay deliliğinden midir nedir şu ana kadar gittiğim her ülkeden/şehirden bambaşka farklı bir havası vardı Cambridge'in.10 yaşımdayken ailemle gitmiş olduğum halde,Heathrow Airport'a indiğimde sanki saha önce oraya hiç gelmemişim gibi afallamış hissettim kendimi.Elimde 25 kglık bavul(içine ne doldurduğumu ne siz sorun ne ben söyleyeyim düşününce hala gülüyorum :)) ve kendimden ağır olan sırt çantamla (annemin oralarda aç gezmemem için çaktırmadan sıkıştırdığı yeşil elmalar ve kuru kayısı paketleriyle ağzına kadar dolmuş bir çanta hayal edin şimdi ) çıkışa doğru giderken başıma neler gelebileceğini çoktan düşünmeye başlamıştım.Ama belli ki düşüncelere fazla dalmışım , yanından geçtiğim Studio Cambridge görevlisini görmedim :) Hazır adı geçmişken neden Cambridge 'e gittiğimi açıklamanın yeri sanırım.Şimdik efenim ben malum 10 sene çok iyi seviyede İngilizce eğitimi almış olduğum bir ilk/ortaokuldan geldiğim için,Alman Lisesi'ne gelince de haftada yine en az 9 ders İngilizce olur ben de hiç dil kursuna falan ihtiyaç duymam diye düşünüyodum ilk girdiğimde DSI'ye.Ama öyle olmadığını anlamam uzun sürmedi tabi,bi baktım haftada 4 saat İngilizce(tabi bütün ders programını Almanca işgal ettiği için zavallım 4 derse inmiş) Ama yine de ''nasılsa İngilizcem iyi yaa rahatım ben rahat !!'' havalarında başladım hazırlığa. Ve fark ettim ki yeni bir dil gelirken(hele de o dil senin haftada 40-45 saatini işgal ediyosa ! ) diğerinde hafif aksamalar ortaya çıkabiliyo.Hele ki bu iki dil birbirinden tamamen ilgisiz ve birbirlerine oldukça fransızlarsa,kafan allak bullak oluyo.Ve yine yeri gelmişken belirtmek isterim ki,eğer profesyonel anlamda almanca öğrenmeye niyetliyseniz ve sizi de bir zamanlar birileri ''ingilizceyle çok benziyo ingilizcen iyiyse aşırı rahat edersin hiç kasma '' diye gaza getirmişse,SAKIIIIIN inanmayın. İngilizce ile Almanca birbirine ucundan azıcık minicik benziyo evet ama bu benzerlik sizin faydanıza değil tam tersi zararınıza oluyo . Nasıl olur diyiceksiniz şimdi. Şöyle ki,İngilizce'de inanılmaz basit olan bir kelime(anlam ve okunuş/yazılış bakımından ) Almanca'da karşınıza dünyanın en zor en alakasız ve daha onun Türkçe anlamını bile bilmediğiniz bir haliyle çıkabilir.Ve 5-6 sayfalık Almanca kompozisyon yazmaya çabaladığınız o dehşet günlerde sizin hırçınlaşıp sözlüğü parçalamak istemenize sebep olabilir. (bkz: Ceyda Meriç , denendi,test edildi,sonuçlar alındı,hiç iç açıcı olmuyo belirtmek isterim. (Hatta öğretmen kompozisyonunuzu beğendiğini ifade eden herhangi bi şey dediğinde içinizden: ''Tabi beğeniceksin dalga mı geçiyosun ben kaç saatimi harcadım ona haberin var mı ?!! söyle söyle var mı?!!!?'' diye geçirme olasılığınız da oldukça yüksek )) Neyse gelelim İngilizce-Almanca benzerlik-benzersizlik kaosuna.Evet , dediğim gibi uzaktan benzer gibi görünseler de , Almanca kelimeleri ve cümle yapılarını her defasında İngilizce'ye uyarlamaya çalışmak yapıp yapabileceğiniz en büyük hata olur.Hele ki okulunuzda kelimenin sonuna koyduğunuz virgülden noktadan bile puan kırılıyorsa işin bu kadar detayını düşünmeniz şart. (bkz: Gülü seven dikenine katlanır )
Alman Lisesi'nde geçirdiğim iki senenin sonunda,9.sınıf bitip de yaza girdiğimzde İngilizcemin hala o 'mükemmel' seviyesini koruduğunu düşünmüyordum.Ama üzerinde biraz düşününce ve kendi çapımda kendimi test ettiğimde kelime bilgimin ve konuşmamın biraz paslanmış olduğunu hissettim ve hemen telaşa kapıldım.10 sene her haftasonu ingilizce projeler,yazılar,şiirler sayfa sayfa ödevler,sunumlar hazırla çalış , didin sonra yeni bi dili çok iyi çözücem hırsıyla bütün o çaban arada kaybolsun.Yok öyle iş . Tam anlamıyla bunları düşündüm ve hemen annemi babamı çağırdım.''Ben İngiltere'ye gidiyorum haberiniz olsun !'' tarzında ani şok etkisi yaratıcak bi konuşma yaptım ama yine de verdikleri tepki karşısında memnundum. ''Tamam iyi hoş da, Nedenn ? '' dediler haliyle ben de aynen bunları sıraladım ve düşününce onlara da oldukça mantıklı geldi ve gittik hemen uçağımı biletimi okulumu ayırttık.O kadar geç karar verdiğimiz halde istediğimiz okulda yer bulmamız da çok büyük bi şanstı,hala inanamıyorum.Gideceğim okulun adı Sir Christopher'dı ve Cambridge University'e bağlı Newnham College'de kalacak,yine üniversitenin bir kolu olan Ridley Hall'da derslerimi alacaktım.Studio Cambridge isimli bir yaz/dil okulu programı kapsamında tüm işlemleri hallettikten sonra 24 Temmuz günü kendimi,Londra'ya 1.5 saat uzaklıktaki , şirin mi şirin bir üniversite şehri olan Cambridge'deki devasa okulumun kapısında bavullarımla dikilmiş,ağzım açık bir şekilde okulu süzerken buldum.''Are you planning to come in?'' sesiyle ağzımı kapamak aklıma geldi . Konuşan beni okulda bekleyen Course Director'um Tom du. Şimdi Director diyince akla yaşını başını almış,göbekli beyaz saçlı , eski İngiliz filmlerindeki mahkeme sahnelerinde oynatılan o peruklu amcaları imajı akla geliyo ister istemez. Yani tabi sizi bilmem de benim şahsen öyle oluyo :) Neyse bi de baktım Tomcuğum 23 yaşında esmer incecik , -sanıyorum ki sixpackli (!) - yakışıklı mı yakışıklı bir genç çocukceğiz :D Gördüm bir mutlu oldum anlatamam . Yani yanlış anlaşılmasın,yakışıklı olduğundan değil.Yaşlarımın yakın olduğundan kendimi rahat hissettim hani beni daha iyi anlayabilir gibisinden .. :D Girdim sign in yaptırdım bana anahtarım verildi ve bir kapıdan okulun iç bahçe-koru kısmına çıkan kocaman yemyeşil dünya güzeli bir alana çıktık.Ben zaten orda neye uğradığımı şaşırdım. Yani büyülenmemek elde değil.Örneğin şimdi Türkiye'yle karşılaştıralım.En modern ve şık şehir olan İstanbulumuzdaki en güzel -yapı olarak- okula bakıldığında %50lik kısım Robert Kolej 'i diğer %50lik kısım da Boğaziçi Üniversitesi'ni gösterir.(Öyle olması kaçınılmaz çünkü zaten Boğaziçi Üniversitesi , Robert Kolej'in devamı niteliğinde,dolayısıyla büyüleyici bina yapıları ve ormanımsı devasa bahçeleri çok benzer nitelikte.) Ben de işte bu gittiğim dil okulunun güzel olacağını bildiğimden , en fazla Robert tipindedir falan diye düşünüyordum.Okula girdim ve tepkim şöyleydi : 'Robert mi? O da kim?! Biri beni uyandırsın !' Okul toplamda 5 büyük binadan oluşuyor (yazıyla birlikte paylaştığım resimlerde de görebilirsiniz) ve her biri , bir diğerini her açısından görecek şekilde bahçenin etrafına serpilmiş süs evler biblolar gibi.Bahçe dediğime de bakmayın,yemyeşil tertemiz çimler düşünün. Düşündünüz mü? Tamam,şimdi üzerinde ahşap ince işlemeli banklar ve narin ayaklı masalar düşünün. Onların yanlarında da onyıllarca orda durmuş , kimbilir nelere şahit olmuş kocaman heybetli ağaçlar düşünün ,gür yapraklı , capcanlı . Çimlerin üzerine bir adım bile atmayacak kadar kibar İngiliz insanına uygun (bilin bakalım hangi ülkenin insanına ters bu durum?) yapılmış, alanın sınırlarını belirleyen çakıl taşlarından oluşmuş güzel yürüyüş sahasını da unutmamak lazım. Ah bu arada okulda tenis kortLARI ,yüzme havuzu,futbol ve basket sahası olduğundan bahsetmiş miydim? Peki ya bu alanların hepsini gezip dolaştıktan sonra gördüğüm , daha doğrusu göremediğim manzarayı paylaşmamı ister misiniz? TEK BİR ÇÖP , bile yok.Hiçbir yerde , ne yolda,ne spor alanında,ne koruda,ne ormanda,ne bahçede. Hiçbir şey. Sıfır.
Bu sıfırın sonunu nereye dokunduracağımı - eğer yazılarımın hemen hemen çoğunu okuduysanız - tahmin edebiliyorsunuzdur o yüzden ben ,sizin benim için dokunacağınızı bildiğimden hiç tenezzül bile etmiyorum.
Gelelim yaşadığım korku dolu anların başladığı ana. Dediğim gibi Tomcuğum beni Şişhane'deki yüzyıllık vergi dairesinden bile büyük bir yapı olan 'kızlar yurdu'nun kapısına kadar getirdi ve sonra burdan kendin çıkarsın en üst kat 326 dedi.E tabi ben orda elim kolum dolu halde kocaman bavulumla dikilirken neye uğradığımı şaşırdım.Madem o kadar kibar bir ülkesiniz,hatta 'English man in New York' gibisinden kendinizi övüp durduğunuz şarkılarınız bile var,e niye bavulcuğumu yukarıya kadar taşımazsın be adam ! Neyse,iş başa düştü dedim.''Tek başıma gidicem İngiltere'ye ben,hıh tek başıma yapcam iste her şeyi görüceksinizzzzzzzzz ! '' diye havalara girerken,işin derinini bilmezken iyiydi tabi dimi Ceyda hanım..Neyse dediğim gibi aldım ''yüklerimi'' , başladım söylene söylene 'tırmanmaya'. Evet,tırmanmak.Bu kelimenin altını çizmeliyim,çok kullanıcam görünüşe bakılırsa.Seyahat boyunca uyku dışında vücudum hiç yatak,koltuk,sandalye yüzü görmediğinden ,sürekli 'tırmandım durdum' demek oldukça yerinde olacak sanırım.İlk merdivenlere ulaştığımda derin bi nefes aldım.''Ne kadar yukarıda olabilir ki kızım,sizin okulun kütüphanesi gibi olucak değil yani,alt tarafı 29-35 kilo arası bi yükün var hani azıcık bişey.'' Bkz:kendimi avutma çabaları. Nefesimi tuttum hızlı hızlı çıkardım ilk merdivenlerden . Heyooooooooo sonra yine bi posta yürüme ,ardından daha dik,sayısal bakımdan daha çok ve daha dar merdivenler.İyi dedim,farklı bi teknik geliştirdim: İlk ben çıktım bacağımı estetikten oldukça yoksun bir biçimde iki üst basamağa attım ve ordan 'aklımca' güç alarak,-daha doğrusu aldığımı düşünerek-,iki kolumla bavulu yukarı doğru çekmeye çalıştım , tam yaptım diyicekken ben bavulun üstüne yapıştım.Bavul , beni kendine çekti özetle. Sonra artık bırak tekniği mekniği dedim,ilkelce birtakım hareketler cambazlıklar yaparak bavulu başarıyla ikinci merdivenlerden de çıkardım.Biter miiiiiiiiiii? Bitmez . İngiltere burası. İvit,bir posta daha yürüdükten sonra -Allah'ın emri- son merdiven olduğundan olsa gerek, en dik en uzun en dolambaçlı merdivene geldiğimde ''YOK ARTIK SİZ BENİ NE SANDINIZ İNSAF BE ! '' dedim.Belki arada ufak minik bazı -uygunsuz- sözcükler de sarf etmiş olabilirim . Ama siz de hak verirsiniz ki , o durumda kim olsa aynı -hatta çok daha geniş çapta - tepkiyi verirdi.O merdivenleri nasıl çıktığımı ne siz sorun,ne ben söyleyeyim.Zaten anılarımdan derlediğim bu yazıda geçecek olan birçok 'unutulmaz' anı,sebeplerini/sonuçlarını,devamını,içindekileri,içeriklerini falanlarını filanlarını ne SİZ SORUN,ne BEN SÖYLEYEYİM.Sonra binbir çaba,sırılsıklam bir t-shirt , kıpkırmızı el/kol/bilek kombinasyonu ile 300-350 numaralı odaların olduğu kata vardım.İşkence merdivenlerini çıkmaya başladığım ilk saniyeden itibaren gözüme / burnuma çarpan ilk iki detayı sizlerle paylaşmak isterim: Çok keskin,yeni temizlik yapılmış imajı veren-ki öyle olmadığı apaçık,çünkü bizim kata her çıktığımda bu kokuyu duydum ki her gün temizlik yapılmadığı 'was obviously to be seen ' ,garip bir muayenehane kokusu -kokuyu her duyduğumda diş hekimi olan annem aklıma geldi zaten,tıpla bağlantılı bir mesleği olan her zavallı insan evladının hayatları boyunca maruz kalmak zorunda bırakıldığı o kokudur bu- ve her boş duvara tutturulmuş boy boy aynalardı. O aynaların bana yaşattığı dehşet dolu saniyelere de gece olunca gelicez. 326.Biricik odama geldiğimde,kapıdaki şu mübarek üç basamaklı numarayı gördüğümde yaşadığım coşkuyu anlatmak imkansız.Siz anladınız sanıyorum zaten.O anahtarı alıp kilide sokup kapıyı açıp bavulları ayağımla tekmeleyerek içeri ittirip kendimi gıcırdayan dandik yatağıma attığım o an ! Ah o an ! Her şeye değerdi :) Ama ben durur muyum,o kadar yol çekmişim , çatlamışım patlamışım ,şu anı dört gözle beklemişim . Bi de şu anın tadını yaşamayıp malak gibi yatıcak mıyım !? Tabiiiiii kiiiiiiiiiii HAYIR ! :D Ben de ne yaptım,açtım bavulumu bütün eşyalarımı kitaplarımı kıyafet ayakkabı her şeyimi yerleştirdim indim okulu keşfetmeye.. Bi kere şunu söylemem lazım,hayatımda gördüğüm en garip yerleşim düzeni var bu ülkede. Yani kapıya 'bathroom' yazıyosun. Bir duş beklersiniz hani onu görünce dimi ? Yok anam,açtım kapıyı , baktım kocaman bi küvet. İyi hoş da,o yurtta rahat 300 kız kalıyo.Hepsinin yatıp uzandığı o küvette banyo yaptığımı düşünmek bile istemiyorum.Oradan kapacağım mantar heralde senelerce cildimde kamp kurar.Neyse efenim 'Bathroom'dan çıktım duş arıyorum . Bi alt kata indim,bi yandan tekrar odamın yolunu nasıl bulacağımı düşünerek..Alt katta 'bathroom' hizasında 'kitchen' var. Ama 7/24 kitli,heralde Cambridge ruhlarına hizmet ediyo onları besliyo diye düşündüm artık 15 kitli gününün sonunda :) Bi kat daha indim 'WC' yazıyo.Neyse bari uluslararası standartlarda normal bi WC görebildik.Ama duş yok hala. Yahu duş olmadan olur mu?! Ben ki, günde iki kez duş almadan duramayan insan deliririm ,kafayı üşütürüm orda ! yarım saat 45 dakikalık bir araştırma sonrası duşun yerini buldum.Ve telefonumla koridorun resmini çektim ve notlar bölümüne dosya açtım bitane : ''Attention '' diye,içinde banyo,mutfak,duş ve tuvaletin yerlerini kendi çapımda tarifim yazıyo.Napiym yani yok mümkün değil başka türlü bulamam . Hergün 1-1.5 saatimi okulun içinde kaybolarak geçirmek istemiyorum.Odama tekrar çıktım ve benden dörtgözle haber bekleyen meleğimi : annemi ve babişimi aradım. ''Ayy anneee odam çok güzel , şömine bile var-cidden odamda şömine bile vardı :O dediğim gibi alakasız gereksiz işler ülkesi mübarek-,yok yok her şey yolunda-şimdi burda karşılaştığım rezalet durumu her detayıyla anlatıp annemleri daha ilk günden boşuna üzmenin anlamı yok,bombalarımı sonraki güne sakliyim ki zavallılarım kalp krizi geçirmesinler telefonda dimi ama -,hiç merak etmeyin,ay canıııııım,sen de selam söyle,ay ay ay ben de ben de.Hadi seni çok seviyorum hadi mucuk xoxoxo '' falan gibisinden tipik sevgi çiçeği anne-kız konuşmalarının ardından yemeğe indim ve gece aldığım sıcacık duştan sonra,odama geri döndüğüm gibi pijamalarımı giyer giymez uyumuşum.Yani sanıyorum ki gözümü kapadığım saniyede uykuya daldım.Nası yorulmuşum siz düşünün yani. Ertesi gün uyandığımda 'dün yaşadığım terslikler gayet normal,şunun şurasında kendi başıma çıktığım ilk seyahatim her şey güllük gülistanlık olmak zorunda değil,bunlar işin tuzu biberi canııııım.Hadi bak şimdi yeni bi güne başlıyosun,her şey çok güzel olucak bak görürsün '' düşüncesiyle kampüsteki ilk günüme başladım.Kahvaltıdan iki saat önce uyandım tadını çıkara çıkara bahçede kısa bi yürüyüş yaptım,duş aldım , giyindim , ilk gün için gereken tüm pasaport/evrak/form/IDcard larımı aldım ve kahvaltıya indim. Kahvaltı demişken yine ÖNEMLİ bir detayı paylaşmam lazım ( ilerleyen satırlarda kendisiyle büyük problemler yaşicaz çünkü) : İNGİLTERE'NİN YEMEKLERİ KORKUNÇ KÖTÜ.Hani Avrupa ülkesi,herkes incecik böyle sağlıklı ve canlı,dipdiri tutan yemekleri,otları sebze yemekleri ve meyveleri olması lazım diye düşünüyosunuz değil mi? Ben de öyle düşünmüştüm.Özellikle yediklerime dikkat eden biri olarak sevinmiştim böyle bol bol sağlıklı yemek olan bi yere gidiyorum yuppiiiii diye.Ama beklediğimi alamadım maalesef. Şöyle söyliym: Bizdeki gibi günde üç öğün yemek çıkıyor çıkmasına da .. Yani oldukça sağlıksız,yağlı,kalori bombası öğünler hepsi.Örneğin diğer iki öğüne nazaran en uygun ve bir şeye benzeyen kahvaltıdan başliym: Cornflakes-reçel-ekmek-meyve. Tamam bu kabulüm .Bi problemim yoktu kahvaltıyla. Ama öğlen yemekleri TANRIM.Size böyle her öğlen bi paket veriyolar,içinde abuk subuk sağlıksız gofret kraker ne varsa ( ve bayat ) koymuşlar,yanına yine çatlak bi armut koymuşlar , onun yanında da -dünyanın en korkunç ve mide bulandırıcı kombinasyonları uygulanmış olan- sandviçler.Korkunç kombinasyon derken,cidden korkunç: Yani hangi akıl turşu ve beyaz peyniri ve krem peyniri iki ekmeğin arasına koyup midesine işkence eder ki ?! Tavuklu sandviç deseniz,en az 5 arkadaşım zehirlendi,iki tanesini ben odamda kusturdum,yatırdım kendi ellerimle baktım hastabakıcılık yaptım yani. Ben bu öğlen yemeğini görünce tabi, 'öğlen yemeği yok anlaşıldı' diye kararımı verdim hemen.Akşam belki iyidir diye ümit ettik ettik ettik: Akşam yemekleri pazartesi : hamburger salı: pizza çarşamba: hamburger, geri kalan her gün pizza. Yorumu size bırakıyorum. Aranızda fastfood sevenler varsa 'oh ne güzel kızım aptal mısın ' diyo olabilir .Hemen cevap veriyorum : Hayır aptal değilim,1368292 kilo olup dönmeye hiç niyetim yok. hahahah bi de aklıma bi şey geldi şimdi (yemek konusu üzerinde bu kadar duruyorum çünkü cidden çok komikti bunlar,yaşadıklarım efsaneydi yani.2 kişiyi kusturdum diyorum yahu ! ) Ben hep böyle sebze falan yediğim için , beni o okula yollayan ajansla yolculuktan bir hafta önce görüşmeye gittiğimde özellikle sormuştum 'sağlıklı ve yenilebilir' yemek var mı diye,ajansta bizimle ilgilenen saygıdeğer bayanın cevabını aynen aktarıyorum : ''Tabi kiiii canııımmm, her şey son derece sağlıklı yani böyle sıkılıcaksın bu kadar da sağlıklı vitaminli olmaz ya diyerek geri dönüceksin burdaki etleri falan özliceksin hahahahuhauhahauh . Hem vejetaryen menüsü bile var yaaaaaaaa ! '' e o bayan öyle diyine ben de sevindim iyi dedim.O bahsettiği vejetaryen menüsünün de hemen üzerinden geçip ilk gün yaşadıklarıma geri dönücem sabredin :) 'VEJETARYEN MENU ' !!!!! DİKKAT DİKKAT : -Birtakım yenilebilme özelliği olduğu tahmin edilen, yeşil parçalardan oluşan,bir kova yağ içinde yüzmekte olan, karışım mı bulamaç mı olduğuna karar verememiş, zavallı sebzemsi yemek -Hayattan bezmiş bir fırında makarna (öyle ki makarnaların şekli bozulmuş ve kenarlarından tırtıklanmış,herhalde garsonlar tepsileri yerleştirirken acıkıp koparıp koparıp yiyolardı bilemiyorum artık işin sahne arkasını :) ) -MUZ ?! -Rengi soluk söğüş domatesler birliği
Evet,dediğim gibi 'yemek' bu seyahatte başlı başına bir efsaneydi.Zehirlenmenin kenarından dönerek sapasağlam bir şekilde (34 bedene düştüm artık ne kadar sağlam olduğu tartışılır ama yne de çok şükür )ülkeme döndüğüm için kendimi şanslı hissetmeliyim sanırım.Yorumuysa size bırakıyorum.Zaten ben gereken iltifatları okulun bize son gün dağıttığı sevgi dolu anket formunda oldukça açık bir şekilde dile getirdim :)
Oldukça optimist ve olumlu, sıcacık düşüncelerle uyandığım ilk günümün sabahı öncelikle seviye belirleme sınavımıza girdik daha sonra bize Cambridge city tour diye yutturdukları 20-25 dakikalık bir yürüyüş yaptık şehir merkezine doğru.(gerçi şehirde her noktanın birbirine olan uzaklığı en fazla 5 dklık bir yürüme mesafesinde olduğu için haklarını yememek lazım ) Ardından bizi serbest bıraktılar. Bıraktıkları anda ben içi bomboş olan sırt çantamla girdiğim hediyelik eşya dükkanlarında geçirdiğim 2-3 saatin ardından çanta ağzına kadar dolmuş olarak çıktım(hayır yani,benim izlediğim rota şöyleydi: aileme alıcaklarımı ilk günden alayım ki öbür günler full kendime çalışıym :) ) öyle de oldu zaten yani :) Ama mantıklı yani dimi ? Neyse efenim o ucuz bu ucuz diye önüme gelen her şeyi aldıktan sonra fark ettim ki,daha ilk günden böyle deli gibi para harcamaya başlarsam daha 5.günde broke olarak Cambridge sokaklarında dilenciliğe soyunurum artık. O yüzden kendi kafamda maddi hususlar içeren güzel bi plan yaptıktan sonra , 'planımı yaptım iyiyim iyi' havasıyla kafam rahat olarak okuluma geri döndüm. Eveeet,burada da yine MUST-EXPLAIN hususunda bir konu daha karşımıza çıkıyor,başlı başına bir olay olan, bol bol flörtleşmeye , eğlenceye ve teen dramalara sahne olacak olan 'common room' (TRC: ergenlerin 'film izleme,karaoke yapma,oturup sohbet etme,bilardo/langırt oynama,deri koltuklarda ve tüm rahatsızlığına inat tahta parkelerde uzanıp kestirme' ayağına birbirlerine / ama çoğunlukla kendilerine flört ayarladıkları o etnik ve yüce ortam ) Common Room biz öğrencilerin sözde -bol bol ingilizce konuşmak - için stufflar tarafından davet edildiği bi çeşit oyun odası.Ama asıl amaç olan 'İngilizce konuşmak' gerçek anlamıyla 'sözde' kalıyor,ama merak etmeyin herkes kaynaşıyor.O konuda bir endişemiz yoktu zaten..Her gece 19.00-21.00 arası 'movie,karaoke vsvs' etkinlikler yapılır ve o minnacık havasız odaya hep aynı saatlerde yaklaşık 200 öğrenci sığdırılır , sonra hepsi koyun sürüsü gibi birazdan üzerinde duracağımız diğer madde olan 'park' a yönelir.Ama eğer ki common room'da kalma taraftarıysanız -ki emin olun,olmazsınız ! hasta veya asosyal değilseniz elbette , ya da malum 'bir işiniz' yoksa - , odada kalıp 22.00-01.00 arasında stuff tarafından seçilen filmleri izlemek zorundasınız.Stuff diye bahsettiğim ne idüğü belirsiz olan ve her işi üstlenen -öğretmenlik,aktiviteden sorumlu eğitmen,şehir rehberi,course director,activity director,porter's lodge elemanı,sign in/sign out check'ini kontrol etmekle yükümlü görevli vb.- 20-25 yaş aralığında olan sevimli mi sevimli 7-8 eleman her gece Domino's'tan bir kamyon pizza söyler ve common roomdaki geniş deri koltuklara yerleşirler,daha doğrusu birbirlerinin üzerine yatarlar -malum her gece pizza yemekten mütevellit pek zayıf değiller- ve bahsettiğim movienight 'ı yaparlar.Ben seyahatim süresince ağır hasta olup,gıda zehirlenmesi tehlikesinden döndüğümden dışarı çıkmaktan tırsım okulda kaldığım o iki gece süresince tüm bunları gözlemledim.Eğer ki Common Room 'da oturup , havasız pizza kokulu bu karanlık ortamdan uzaklaşmak istiyorsanız iki seçeneğiniz var: birincisi, okulun diğer -toplu eğlence alanları- aksine oldukça temiz olan ve geniş yuvarlak masalardan oluşan 7/24 açık olan kantine gitmek ve ya odanızda kös kös oturmak . Ki hiç tavsiye etmezdim,oldukça korkutucu olduğu yetmezmiş gibi bir de medeniyetten uzak bir ortam olduğundan kafayı yemenizi sağlamak dışında pek yararlı bir işlevi olmaz.O yüzden benim gibi,sign in yaptırdıktan sonra uykuya gitmeden sıcak bir şeyler içmek için otomatın yolunu gözleyip gittiğim kantine gitmek daha akıllıca olur. Evet,sağolsunlar kantindeki otomat hepimizin epey işine yaradı.Burnumuz hafiften akmaya başladı mı,kısaca hastalık çanları hafiften duyulmaya başladı mı,hemen kantin-otomat-throw coin-E6 button-jasmine tea-take your drink işlemi sizi kendinize getirmek içn yeterli olur. Kantindeki ortamı özetlemek gerekirse şöyle söylenebilir: Amerikalı genç kızların istilasına uğramış geniş masaların her birinin üzerinde rahat 15 laptop durur ve korkunç bir dedikodu muhabbeti döner. Ama ne muhabbet.Oturup dinlemelik yani,erkek olsanız bile sıkılmazsınız o derece. ''Hey guys,come here,OH GOD ,paul added me on facebook '' (giggling,shouting,yelling,clapping ) falan filan . Anlatabildim sanırım. Evet şimdi de sıra bir sonraki ders temamız olan 'Green Park' a geldi. Normal insanların parklara gidip uzanıp kitap okuması en fazla oturup muhabbet etmesi ve sohbet etmesi gerekir değil mi? ( Yanlış anlamayın,ülkemizden bahsetmiyorum.Farkındaysanız -normal insan-dedim.Mangalcıbaşı Türk vatandaşını kast etmiyorum tabi ki.) Neyse işte,normal kişiler -örneğin uslu ve düzenli insanlar olan Almanlar- parka gider,OTURUR,KONUŞUR,KİTAP OKUR,''TIPIŞ TIPIŞ DÖNER'' . Ama yok,bizim bu park sizin bildiğiniz parklara benzemezzzzzzzz. Öncelikle 19.00-21.00 arası gerçekleşen etkinlikler zincirinin ardından , soluğu aldığı gibi kendini parkta bulan gençler,henüz saat erkenken birazcık muhabbet eder sonra 22.30-23.00 sularında bahsettiğim aynı gençler birden ortalıktan kaybolur.Nerede bunlar diye bakarsınız , tam siz böyle şaşkın şaşkın bakınırken sürü gibi hepsi kendi ait olduğu ülkenin grubuna dahil olarak (bütün Fransızlar veya bütün İtalyanlar,bu noktada kaynaşma bitiyor tabi,herkes kendi işine gelene.. ) ellerinde 'turuncu' torbalarla parka giriş yaparlar. Neden turuncu ?Neden torbalar?Neden aynı sürede? Evet sırayla hepsini cevaplıyorum: Şehirde yalnızca bir süpermarket var , ancak bu süpermarkette içki satılmıyor,dolayısıyla yaşı tutmayan (sınır orada da 18) ergenler arka sokaklardan fake ID ile veya azıcık kirli sakallarına,çatlak seslerine(kızlarsa her gün aynısını giydikleri uzun topuklarına,son anda giymeyi hatırladıkları bir parça mini eteklerine) güvenerek aldıkları içkileri kamufle etmek için gazete kağıtlarına sarıp,sonra süpermarketten göz doldurmak için cola veya soda alıp , asıl amaç olarak aldıklarının torbasıyla içkileri gizlemek gibi bir teknik geliştirmiştir.Ve tam süpermarketin kapandığı 23.00te son kamuflaj torbalarını alıp,parkın karanlık ve tekin olmayan ortamında zil zurna sarhoş olup etrafta sorunlu gibi deli gibi bağırmak için parkın yolunu tutarlar.Ve amaçlarına da ulaşırlar.Paraları ne kadar bol olsa da herkese kendi cebinden içki ısmarlamamak için aldıkları azıcık içkiyle 'karaborsadan Cem Yılmaz bileti alan ve stand-up şovu boyunca her ufak detaya yerli yersiz gülen zavallı seyirci misali- psikolojik olarak kendilerini votkalarla,bardak bardak shotlarla sarhoş edip bir sonraki adım olan : 'kendini rezil etmek ' maddesine geçerler. Kızların sarhoş olunca ne rezil durumlara düştüğünü hepimiz az çok biliriz , o yüzden boşuna anlatmak için kendimi yormayayım , yani erkeklere asılmaya başlarlar,çığlık çığlığa etrafta koşuşturup bağırmaya başlarlar,bunu gören 'diğer' sarhoş erkekler de : 'orada bi salak var,hemen yanaşalım' hesabı onların yanına gider ve sonra da olan olur zaten. İşte bu park böyle bir ortamdı. Cambridge'e geldiğim daha ilk günden parkın bu ününü duydum ve bir bakayım şuraya nesine bu kadar tapıyo bu şapşiler dedim gittim,gitmez olaydım.Olanları,olmakta olanları veya olacakları gördüm ve geri döndüm yaklaşık 1 saat içinde. Tek bir sokak lambasının bile aydınlatmadığı,sigara dumanı çökmüş , yarıçıplak gençlerle dolup taşan çimler düşünün mesela.Bana pek çekici gelmedi açıkçası.Ama gelmiş olanlar varsa,veya şuanda bunları okuyup çekici bulan varsa da buyursunlar,yolları açık olsun derim :)
Sonraki günler edindiğim Fransız,İtalyan,Polonyalı,Romanyalı vs arkadaşlarımla -'çırılçıplak sokaklarda eşek sesi çıkarmayacak kadar aklı başında' olduklarını da belirtmek isterim bu arada :)- akşamları İtalyan restoranlarına gidip önce karnımızı doyurduk sonra da bütün şehirde yürüdük,dolaştık,bol bol resim çektik,ve DELİ GİBİ gece gündüz 7/24 alışveriş yaptık.Ve en önemlisi 'park topluluğu'nun aksine (oradakilerin tek konuşması : ''Do you smoke?Good me too.Wanna walk?''tan ibaretti , çok ciddiyim.) bol bol İngilizce konuştuk . Ki zaten benim İngiltere'de dilimi geliştirmenin yanında yapmak istediğim şeyler de tamamıyla bundan ibaretti. Ve oldukça da eğlendim diyebilirim :)
Yazımı bitirmeden önce , başından beri tekrarlayıp durduğum şu 'korku dolu' anların ufak bir özetini geçmek istiyorum. Şöyle ki , artık bizim şansımıza mı desem,şanssızlığımıza mı bilemiyorum, tam benim yaz okuluna gideceğim sırada Cambridge'de bir sapık ortaya çıkmış.Yani şimdi ortaya çıkmış diyince kulağa biraz komik ve garip geliyor olabilir ama inanın bana oradayken bu tehlikeyle karşı karşıya kalmak pek de komik değildi.Ben ilk günümde bavulumu yerleştirip okulu keşfe çıktığım sırada,odamın kapısını kitleyip iki merdiven indiğimde karşıma çıkan duvarda asılı afişi gördüğümde , olayın ne kadar ciddi olduğunu anlamıştım zaten. Şimdi bir düşünün yabancı bir ülkede geçireceğiniz koskoca 15 gün daha başlamadan,ilk geldiğiniz gün , odanızdan çıkıyorsunuz,iki adım aşağı iniyorsunuz ve karşınızda resimli bir afiş , büyük harflerle şöyle diyor: ''Cambridge SAPIĞI ,[resimde şapkalı melez , büyük gözlü,sarı renkte bir teni olan iri yarı bir adam duruyor,bilgisayar çizimi ] Cambridge Rose Crescent 'ta dolaşırken görüldü [Rose Crescent , bizim okulumuzun,dersliklerin ve yatakhanelerin sırayla yan yana dizili olduğu sokağın olduğu mahalle !!!! Hatta sokağın ta kendisi,bunu son gün öğreniyorum ! ] . BU ADAMI GÖRDÜĞÜNÜZ YERDE HEMEN EMERGENCY NUMBER'I ÇEVİRİN !! '' dıdııdıdıdıdııdııdıdım mmmmmm. Durun amca naaptınız daha ilk günümde yapılır mı bu?! Ben hızı aldığım gibi girişe koştum.Nefes nefese geldim Porter's Lodge'da gelenleri karşılayan beyaz saçlı-sakallı-bıyıklı amcayı soru yağmuruna tutuyorum.''Amca selam bu sapık kim, nerde , en son nerde ve ne zaman görülmüş . Ama homurdanma konuş! '' Sonra tontiş amcacığım beni biraz rahatlatmaya çalıştı , 'yavrucum o yaklaşık 1 haftadır görülmüyor (bak bak nasıl da rahatladım!) '' -E peki,yakalandı mı yani hapiste mi? -Yok -E o zaman hala dışarda serbest olarak dolaşıyo -He evet orası öyle -Amcaaaaaaaaaaaaaaa -Ama sen takma , düşünme boşver -Amca şaka mısın,afiş asmışsınız okulun her duvarına (cidden okuldaki her duvarda koskoca posterler vardı ve şehirde de her köşebaşındaki mağaza duvarında aynı adamın resmi duruyordu,durum epey ciddiydi anlayacağınız) asmışsınız sapığın resmini.Adam 15 tane genç kıza tecavüz etmiş yahu son bir ayda ! -Ya işte 11den sonra çıkmicaksın gece -Hay YARABBİM SEN BANA SABIR EYLE (bu kısmı gerçekten türkçe söyledim,amca bozuldu anlamadı : Excuse me diyip duruyo, şok etkisiyle ona cevap bile vermeyip çektim gittim,ayıp oldu azıcık ama napiym yani.)
İşte böyle , sorduğum her çalışan,her eleman , -saf , has İngiliz olmalarına rağmen- aynı endişe içinde ve hepsi 'ben artık 22.30 dan sonra evden çıkmıyorum'' diyor,erkekler bile !!!- Tehlike bu boyutta yani.E ben de ne yaptım 11den sonra çıkmamaya çalıştım,çıkarsam da yanımda bir grup erkek-kız karışık insan topluluğuyla çıkıp geliyordum 12 olmadan.Ama orada karşılaştığım,-ve keşke karşılaşmasaydım dediğim- akıllı ve her şeyi herkesten iyi bilen -tam anlamıyla günümüz tanımıyla : 'apachi/apaçi'apaci .. doğrusu neyse artık siz seçin beğendiğinizi' - Türkler ve mini eteklerle gece gece arka sokaklarda tek başlarına içki arayan akıllı mı akıllı masum mu masum Türk kızları gecenin 12sinde birinde zil zurna sarhoş halde kusa kusa sign in'e geliyorlardı.Ben bizzat gördüm böyle bi yandan kusmamaya çalışıyolar,bi yandan elemanlara çaktırmamaya çalışıyolar,bi yandan da yanlarında -güya onları disipline edicek olan - dikilen öğretmenlerinden geç kaldıkları ve bol miktarda içtikleri için azar yiyolardı. Tanrım çok komikti.Ama onlar için ben bile kötü hissettim kendimi.Neyse yazık ne diyim.Bi de sadece Türklerin bu noktaya gelip sınırları zorlaması da çok utandırdı beni şahsen.Ama yapabilicek bişey yok . Böyle gelmişşş böyle gider arkadaş :)
Neyse sapığımıza dönücek olursak , ben dediğim gibi akşam çıkmadan 10-15 kişi toplayıp onlarla sürü halinde dolaşıp bi yerlere gidip oturuyodum.Gündüzleri de kızlarla alışverişin ve şehir turunun dibine vurduk demem yeterli sanırım :) Ama itiraf etmem gereken bi şey var ki,onun için bana dalga geçmiceğinize söz vermeniz lazım... Şu sapık olayı olsun,odamın çok ücra bi köşede olması olsun , tüm bu 'karanlık ve korkutucu' etkenler benim geceleri uykumu kaçırır oldu ve odamda uyuyamaz oldum(özellikle ilk 3 gece,Tanrım ! ) İşte ben de bu yüzden Clemence adında bi kız arkadaşımla kaldım ilk birkaç gün.Ama sonra alıştım odamda -'bütün ışıklar açık' bi vaziyette ancak- uyumaya , ki zaten günün sonunda o kadar yorgun ve bitkin oluyodum ki, yatağa uzandığım gibi uykuya dalıyordum. İşte böylece bir İngiltere macerası daha kapanmış bulunuyorrrr :) Umarım yaşadıklarımı , başımdan geçenleri okudukça siz de aynı şeyleri -biraz olsun- anlamışsınızdır ve eğlenmişsinizdir :)
Ve yine son olarak söylemek isterim ki,her ne kadar sağlık problemi yaşamış olsak da,geceleri korkudan uyku tutmamış olsa da ve her gün deli gibi yorulmuş olsak da,gittiğim için hiçbir şekilde pişman değilim , tam tersine hayatımın en eğlenceli ve adrenalin seviyesi en yüksek 15 gününü geçirdim :)
Herkesin, her öğrencinin (!) , Cambridge'e en azından bir kez yolunun düşmesi şart ! İyi tatiller :)
Sting'in artık klasik haline gelmiş 'Englishman in New York' şarkısını buraya eklememdeki birinci sebep, tabi ki bu şarkıyı ilk duyduğum andan itibaren delicesine hiç bıkmadan dinlemem ve şarkıya tapıyo olmam.Ama malum bi hafta öncesine kadar amcanın memleketindeydik ve okuldaki derslerimizin birinde 'typical English' isimli bir topic işlerken öğretmenimiz bu şarkıyı açtı ve sonra bu blog 'u yazarken - seçtiğim başlığa da dikkat çekmek istiyorum ! :) - bu şarkı tesadüfen tekrar karşıma çıktı.Sonuç olarak buraya koymak farz olmuştu , ben de koydum gitti :) ''I don't drink coffee , I take tea my dear lalalalalalay...''
Yasal Uyarı: Bu sitede yayınlanan yazıların tüm hakları Ceyda Meriç'e aittir. Kaynak gösterilerek dahi bir yazının tamamı yazılı izin alınmaksızın kullanılamaz. Sadece alıntı yapılan yazının bir bölümü, alıntı yapılan habere/yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.
''...farniente ...'' Kelimenin İtalyanca sözlük anlamı : hiçbir şey yapmamanın mutluluğu . Bu kelimeyle, yaz tatilimin başında sabahtan akşama kadar doya doya gazete/dergi/kitap okumanın zevkine varmaya başladığım o ilk günlerde tanıştım.Okul stresinden,sözlü notu koşuşturmasından ve sınav dertlerinden kurtulduğumu yavaş yavaş anladığım ve güneşin denizin altın rengi kumun güzelliğine kendimi kaptırıp , tek derdimin 'cızırdamaya' başlamadan tatlı bi bronzluk kazanmak olduğunu fark etmeye başladığım o tatilin ilk günlerinde o yazı bana adeta ilaç gibi gelmişti ve beni,(ve tabii benim yaşlarımda birçok öğrenciyi , ama aynı zamanda çalışan insanları da )içinde bulunduğum durumu anlatmak için yazılmıştı sanki. Neyse sonuç olarak bu güzel kelimeyi ve benim için ifade ettiklerini sizin için paylaşmak istedim. Eminim ki herkes Türkçe karşılığından kelimeyi gayet iyi analiz edip,kendilerine göre yorumlamıştır. Ama bazı istatistik ve somut verilerden yararlanarak ben de kendi yorumumu katmak istiyorum. Öncelikle ''hiçbir şey yapmamak'' derken başka bir şey kastettiğimi veya başka bir imada bulunduğumu düşünmeyin.Çünkü hayır, bahsettiğim şey tam anlamıyla,%1500 yüzdeyle HİÇBİR ŞEY YAPMAMAKtı.Yani kısaca,toplum içinde basitçe ifade ettiğimiz haliyle : 'tembellik' . Kanıtlanmış haliyle 'çalışmak , yalnızca sonunda kavuşacağımız tembellik duygusuyla çekiliyor!' Yani çalışmayı değerli kılan aslında sonundaki tembellik duygusu.Ancak işin en en en başına gidersek,taaa fabrikaların kurulmaya başladığı,insanların birbirlerini nasıl ezip daha üst bir pozisyona geçeceğini henüz düşünmeye başlamadığı o zamanlara..Kapitalizmin insanın ruhunu,bedenini,aklını ve en önemlisi de İNSANLIĞINI ele geçirmeye başlamadığı o zamanlara..Fransa'yı ele alalım. En güzel ve bariz örnekten çıkalım yola.Marie Antoinette mesela.Şımarık Fransa kraliçesi ve Avusturya arşidüşesi..Henüz 14 yaşındayken Fransa veliahtı Louis le evlenip,dengesini kaybeden,kaybetmekle kalmayıp yeni geldiği bu ülkede fırtınalar estiren kraliçe..Sabahlara kadar devam eden sonu gelmez saray partileri mi desem,evliliği dışında ilgilenmekte olduğu sevgilileri mi desem,yoksa ele avuca sığmayıp yerinde duramayan o yaramaz kişiliğinin altında yatan savurganlık prensesinin başına açtığı belalardan mı söz etsem ? En iyisi sizlere Marie Antoinette'i canlandıran Kristen Dunst'ın oynadığı 2006 yapımı Sofia Coppola'nın olağanüstü filmi önermek sanırım. Onu izlediğinizde zaten Fransız Devrimi olsun,neden Marie Antoinette 'in ''Vatan Haini'' sıfatını aldığı olsun ve dönemin 'uç noktada yaşanılan -tabi ki saray hayatı kapsamında- aşırılıklar'ı olsun hepsine bir netlik kazandırmış olacaksınız.Eğer ''ay ben zaten çok iyi biliyorum,ne gerek var zaman kaybı-ıııı'' ıııı ! hatasına düşmeye meyilliyseniz durun,sakin olun , çok bilmişliğini lüzumu yok.Bilgili ve kültürlüyseniz ne güzel,ama bu film arşivinizden mükemmel bir eseri esirgemek anlamına gelmemeli.Hele ki kızlar,dönemin kıyafetlerini taşıyan güzelim Fransız bayanlarının zarafeti ve kokoşluğu karşısında epey eğlenecektir eminim :) Evet, biz bu konuya nerden gelmiştik? Ah evet,farniente,hiçbir şey yapmamak,tembellik,çalışmak .. falan falan öyle . Yani , dediğim gibi tembellik o zamanlar çok yaygın ve normal bir şeydi. Sonra ne mi oldu? İnsanlar birer canavara dönüştü. Bizler,makineleştık. Fabrikalar,dumanlar,egzozlar,üretim,çalar saatlerimizin ''tik tak'' sesi hayatlarımızın vazgeçilmez birer parçası olup çıktı.Kapitalist olduk,hırsla dolduk,mutsuz olduk,monoton olduk,insanlıktan mahrum olduk. E haliyle çalışma/iş delisi olduk.Hayatlarımız iş-ev ikilisi arasında geçen kısır bir döngü oldu..Hani ortaokulda sinirimizi bozan matematikteki o A -B şehir otobüs problemleri gibi aynı.Sadece problem çözülünce bu A-B yolundan kurtulamıyoruz artık.Çünkü işkoliğiz,hayatımızı işten ve çalışmaktan ibaret duruma getirdik.Bunu elbette -prosedür gereği - işverenlerimiz ve üstlerimiz bizden istedi,ama istesek bu duruma gelmezdik. Bunu biz istedik. Biz istedik,biz yaptık,biz olduk. İşte bu yüzden değiştirmek de bizim elimizde.Grilerin içine biraz renk katıp,hayatımızın tonunu açmak bizlerin elinde.Çünkü çalışmak kadar,tembellik de ihtiyaç. Öyle olduğu için,ihtiyacımız olduğu için ve sizin sandığınızın aksine BİZLER MAKİNE OLMADIĞIMIZ İÇİN tembelliğe yer verin. Hayatlarınıza biraz ışıltı katmak,değiştirmek,değişmek,fırsat oluşturmak ve en önemlisi de zaman yaratmak sizin elinizde ! O zaman ne duruyosunuz hala?
PAYDOSSSSSSSSS ! HAYDİ FARNIENTE !
Yasal Uyarı: Bu sitede yayınlanan yazıların tüm hakları Ceyda Meriç'e aittir. Kaynak gösterilerek dahi bir yazının tamamı yazılı izin alınmaksızın kullanılamaz. Sadece alıntı yapılan yazının bir bölümü, alıntı yapılan habere/yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.